28 Aralık 2015 Pazartesi

DERİCİ DEDE VE PADİŞAH



DERİCİ DEDE VE PADİŞAH

Soğuk bir kış günü, padişah, tebdili kıyafet gezmeye karar vermiş. Yanına başvezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.

Padişah, ihtiyarı selâmlamış:

“Selamünaleyküm ey pir’i fani…”

“Aleykümselam ey Serdar-ı Cihan…”

Padişah sormuş.

“Altılarda ne yaptın?”

“Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor…”

Padişah gene sormuş.

“Geceleri kalkmadın mı?”

“Kalktık. Lâkin, ellere yaradı.”

Padişah gülmüş.

“Bir kaz göndersem yolar mısın?”

“Hem de ciyaklatmadan…”

Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah başvezire dönmüş, ” Ne konuştuğumuzu anladın mı ?” diye sormuş.

“Hayır padişahım…”

Padişah sinirlenmiş.

“Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.”

Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telâşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hâlâ orada çalışıyor..

“Ne konuştunuz siz padişahla…”

Adam, başveziri şöyle bir süzmüş.

“Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.”

Başvezir, yüz altın vermiş.

“Sen padişahı, Serdar-ı Cihan, diye selâmladın. Nasıl anladın padişah olduğunu?”

“Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.”

Vezir kafasını kaşımış.

“Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?”

Adam, bu soruya cevap vermek için de yüz altın almış.

“Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, otuz iki dişimize yemek bulamıyoruz dedim.”

Vezir bir soru daha sormuş…

“Geceleri kalkmadın mı ne demek?”

Adam yüz altın daha alarak cevaplamış: “Çocukların yok mu diye sordu. Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim.”

Vezir gene kafasını sallamış.

“Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek…”

Adam gülmüş. “Onu da sen bul…!”

(alıntıdır)

8 Aralık 2015 Salı

Kayı Boyu’nun ışığı


     
                          Kayı Boyu’nun ışığı: Şeyh Edebali.
           Kayı Boyu, Oğuzların Günhan Kolu’ndan gelir. Malazgirt Meydan Savaşı’nın kazanılmasından (1071) sonra yerleşmek için akın akın Anadolu’ya gelen Türk boyları arasında, Kayı Boyu da vardı…
Kayılar önce Horasan taraflarına konmuş; Moğol istilâsının başlaması üzerine Harzemlilerle birlikte Moğollara karşı savaşmış; Harzem Şahı Celâleddin Mengübirtî, kahpece arkadan vurulup şehit edildikten sonra (1221) ise Merv ve Mahan yoluyla Van Gölü’nün kıyısındaki Ahlat’a yerleşmiştir.
Kayı Boyu’nun Horasan’dan 50 bin kişi ile hareket ettiği bazı tarihlerde kayıtlıdır. Ancak Ahlat’a ne kadarının sağ ve salim varabildiği bilinmemektedir. Çünkü Kayılar, yol boyunca hem Moğollarla, hem düşman kabilelerle savaşmak zorunda kalmışlardır. Bu arada kayıplar vermiş oldukları muhakkaktır.
Yani mezar taşlarından iz bırakarak Anadolu’yu vatan yapmaya geldiler.
Kayılar Ahlat’da dokuz yıl kadar oturdular. Moğolların her şeyi yakıp yıkarak buralara kadar gelmeleri sonucu, tekrar göçe başladılar. Önce Erzurum’a, oradan Erzincan’a, nihayet Amasya’ya geldiler. Bu sırada Ertuğrul Gazi’nin babası Gündüz Alp (yeni bulgular, Osman Gazi’nin dedesinin Süleyman Şah değil, Gündüz Alp olduğunu söylüyor),Ankara yakınındaki Kızılcasaray civarında bulunan Kırka Köyü’nde vefat etti (türbesi aynı köydedir). Bunun üzerine Ertuğrul Gazi, aşiret beyliğine getirildi.
Ertuğrul, Hayme Ana’sı ve Gündüz Alp babası tarafından yüreğinde yakılan “devlet” ışığı sayesinde, rotasını belirlemede hiç zorlanmadı: “Revlet olup Bizans’ı feth” edecekti.Çünkü Bizans, Peygamber müjdesiydi.
Bu düşünce beynini ve yüreğini kor gibi tutuşturunca, “Deryayı (İstanbul Boğazı’nı kastettiği çok açık) geçeceğiz ve devlet olacağız!..” deyiverdi. Fakat ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu Bey’in ufkunda devlet yoktu. Onlar eski topraklarına dönmek, “Ekip biçmek, geçinip gitmek” istiyorlardı.
“Deniz suyu tuzludur, ne hayvan, ne insan içebilir, ne de ekin sulanabilir” gerekçesiyle bu fikre karşı çıktılar. Nihayet aşiretin büyük kısmını alarak eski topraklara döndüler.
Ancak akıbetlerinden hiçbir tarih bahsetmiyor. Muhtemelen Moğol çapaçulları tarafından basılıp öldürüldüler.
Ama “devlet” fikrinin babasını, oğullarını, oğullarının oğullarını ve arkadaşlarını, tüm tarihler “Osmanlı Devleti’nin kurucuları” olarak selamlıyorlar.
Ertuğrul Bey, anası, küçük kardeşi (Dündar) ve kendisine güvenen yakınlarıyla birlikte Batı’ya yürüdü. Meşru hedefine yürüyen Müslümanın önündeki engelleri Allah bir bir kaldırır ve hedefine ulaştırırdı. Ertuğrul Gazi’nin önündeki engeller de kalktı. Bazı olumlu gelişmeler neticesinde Söğüt ve Domaniç’e ulaştı. Artık o Selçuklu Sultanlığı’nın bir “uçbeyi” idi.
Oğlu Osman Gazi’yi sık sık Şeyh Edebali tekkesine götürüyor, tekke sohbetleriyle yüreğini mayalamaya çalışıyordu. Ölümüne yakın günlerde Osman Bey’i karşısına aldı ve dedi ki:
“Oğulcuğum! Şeyh Edebali bizim boyun (obanın-aşiretin) ışığı ve yüreğidir. Terazisi ince tartar, dirhem şaşmaz. Bu yüzden beni kır, Şeyh’i kırma; bana karşı gel, ona karşı gelme...
“Bana karşı gelirsen üzülürüm, ama ona karşı gelirsen gözlerim sana bir daha bakmaz olur, baksa da görmez olur...
“Sözüm Edebali’yi korumak için değil, seni korumak içindir...
“Oğulcuğum! Bu dediklerimi vasiyetim say, ona göre uy.”
Ona göre yaşadı. Yaşantısıyla torunlarına (yani bize) örnek oldu.
Yavuz Bahadıroğlu/ YeniAkit .6 Aralık 2015

7 Aralık 2015 Pazartesi

Askerin Nişanı

        Kırım savaşında büyük yararlılık gösteren Deli Hasan Ağa adlı bir Osmanlı askerine müttefik Fransız güçleri tarafından altın bir madalya verilir. Onun bu madalyayı takmadığını gören Fuad Paşa askere sebebini sorar. Asker büyük bir mahcubiyetle, ''Paşam benim vücudumda harpte kazandığım yedi gerçek nişan(YARA) var. Onlar duruken Frenk'in verdiği nişana ne hacet var'' diye cevap verir.

5 Aralık 2015 Cumartesi

işte Osmanlı zamanından bir incelik daha



      Osmanlı'da misafir odalarının kıble istikametinde asılı olan levhalarda şu beyit yazardı;
"Ey misâfir kıl namâzın, kıble bu câniptedir,
İşte leğen, işte ibrik, işte peşkir iptedir."
Namazı hatırlatır, kıbleyi işaret eder, abdest almak için lüzumlu eşyayı gösterirdi. Misafir için ayrı ibrik, leğen ve peşkir yani havlu hazır beklerdi.
(alıntıdır)

4 Aralık 2015 Cuma

Uyan ey gözlerim gafletten uyan ilahisinin yazarı, sırları ve hikayesi


Osmanlı döneminde Sultan III. Murat Han bir sabah namazını kaçırmış… Dini hayatı her şeyden çok önemseyen bu büyük padişah kıl(a)madığı bir sabah namazına fazlasıyla üzülmüştü. Bu üzüntü onu derin muhasebelere götürmüştü. Yüceler yücesinin huzuruna çıkmadan evvel, çabuk davranarak nefsini hesaba çekmiştir. Geçirdiği duygusal incinme neticesinde “Uyan Ey Gözlerim Gafletten Uyan” adlı derin manalı bir şiir kaleme almıştır. Bu şiirde manevi körlüğü zemmetmiş, uykudan açılmayan gözlerini gafletten uyanmaya çağırmıştır. Seher vaktinde cümle mevcudatın lisan-ı halleriyle Allah’ı zikrettiğini, eşref-i mahlûkat olan insanın bu hususta gevşek davrandığını dile getirmiştir. Dünyanın geçiciliğini hatırlatarak mala, mülke, makama yaslanan insanların güvenli ve doğru bir yolda yürümediklerini hatırlatmıştır. Bilindiği üzere şair sultanlardan biri olan III. Murat, “Muradî” mahlâsıyla şiirler yazmıştır.

UYAN EY GÖZLERİM GAFLETTEN UYAN

Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır, inan.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Seherde uyanırlar cümle kuşlar
Dill-u dillerince tesbihe başlar
Tevhid eyler dağlar taşlar ağaçlar
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Semâvâtın kapuların açarlar.
Mü’minlere rahmet suyun saçarlar…
Seherde kalkana hülle biçerler.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Bu dünya fanidir sakın aldanma.
Mağrur olup tac-u tahta dayanma.
Yedi iklim benim deyu güvenme.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Benim, Murad kulun, suçumu affet.
Suçum bağışlayub günahım ref’ et.
Rasûl’ün sancağı dibinde haşret.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
MURADÎ

2 Aralık 2015 Çarşamba

Geçmeyen Baş Ağrısı

 
     Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır. İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder. Çağrılan doktor muayene eder, ağrı kesiciler verir. Lakin Osman Efendinin baş  ağrısı artarak devam eder. Hatta gözleri de yaşarmaya başlar. Başka doktorlar çağrılır...Osman Efendi ağrıyı kesene servet vaat eder.
    Osman Efendi İstanbul'a getirilir, Fakat yine sonuç alınamayınca da apar topar yurt dışına götürülür. O devirde İsviçre moda; Zurih'e gidilir. Haftalarca hastanede kalınır, onlarca profesör konsültasyon yapar, filmler, tahliller, testler tekrarlanır. Yine teşhis konulamaz. Adamın ülkesine götürülüp, son günlerini evinde geçirmesi tavsiye edilir.
     Osman Efendi bitkin, aile perişandır. Memleketine getirilir. Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar. Birgün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendinin eski berberi Mehmet Efendi çağrılır. Berber Mehmet bir an; ''Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın?'' diyerek burnuna bakar. Sonra, ''Hah işte der. Kıl dönmüş.'' Osman Efendinin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın cımbızla kılı çeker. Ev halkı Osman Efendinin çığlığıyla odaya koşarlar. Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve cımbızın ucunda tuttuğu 20 santimlik kılla kapı dışarı edilir.
      Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır ve yatağa yatırılır. Ertesi sabah Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması artık geçmiştir. Baş ağrısından ise hiçbir eser kalmamıştır. Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet Efendiyi çağırtıp, ona bir servet bağışlar.

Ateş Böceği ve Mükemmel sırları

     Ateşböcekleri genellikle kısa aralıklarla yanıp sönen bir ışık saçar; bu ışığın yanıp sönme ritmi, erkek ile dişinin buluşmasını sağlayan işaret sisteminin bir parçası ve ateşböceklerini öbür ışık saçan böceklerden ayırt eden bir özelliktir. Işık saçmasının hızı, sıklığı ve dişinin erkeğe yanıt vermesinden önce geçen süre özel anlamlar taşır.
     Işık organları karın bölümünün son kısmında bulunur. Saydam bir kütikula tabakası ile örtülüdür. İç kısmı fotojenik hücreler ve otomobil farları gibi ışığı yansıtıcı bir tabakadan müteşekkildir. Işık organında üretilen yağa benzer Lüsiferin maddesi Lüsiferinaz enziminin katalizörlüğünde kademeli olarak oksijenle yakılır. Bu kimyasal olayda ışık meydana gelir. Hava oksijeninin kontrollü tüketimine bağlı olarak ışık zaman zaman yanıp söner. Bu yanıp sönmeler eşlerin birbiriyle haberleşmesini sağlar. Ateş böceğinin ürettiği ışık, yavaş yavaş meydana gelen oksitlenme sonucu kimyasal enerjinin ışığa dönüşmesidir.
 (alıntıdır.)

Bir Gayri Müslim Gözüyle Osmanlı


      Osmanlı memleketlerinde bulunmuş yabancı gözlemciler ve sağduyu sahibi tarihçiler, Osmanlı toplum düzeninden övgüyle söz ederler. 18. yüzyılın sonlarında Osmanlı topraklarında yirmi beş yıl yaşayan d'Ohsson şöyle diyor:
     ''Osmanlılar Kur'an'da ifade edilen doğruluk, ahlak ve namus prensiplerine çok bağlıdırlar. Aralarındaki bütün sosyal münasebet ve düzen, iyi niyet ve şefkate dayanır. Başka ülkelerde olduğu gibi, aralarında yazılı antlaşma yapmaya lüzum görmezler. İyi niyet ve söz, her şeyi halleder. Osmanlılar verdikleri sözün esiridirler. Bu tutumları yalnız dindaşlarına karşı değildir. Hangi dinden olursa olsun yabancılara karşı da böyle hareket ederler. Sözlerini tutma hususunda onlara göre müslim ve gayri müslim olmanın hiçbir farkı yoktur. Gayri meşru olan her kazancı, ahlaksızlık ve dine aykırı görürler. Gayri meşru edinilmiş servetin bu dünyada da öteki dünyada da insanı bedbaht edeceğine samimi şekilde inanırlar.''

1 Aralık 2015 Salı

Tarih bunu bir defa yazdı. Yavuz sultan Selim Han'ın TİH çölünü geçip emanetleri alması

   
       Yıl 1516; Yavuz Sultan Selim Han, Merc-i Dabık zaferi ile Suriye nin kilidini açmış, Osmanlı ordusu Mısır seferinde ve asker TİH Çölüne çıkmak üzeredir. Tih Çölü kelimenin tam manası ile aşılmaz bir engeldir. Yer sarıdır, gök sarı... Güneş tepsi kadar iri, hava toz yüklüdür. Kum dağları devamlı yer değiştirir. Koca çölün vahası seyrektir. Molalar ayrı derttir.Sıcak kum vücudu kuşatır ama kumun az altı akrep, yılan kaynar. Kaypak zemin ağırlıksız yürüyen için bile yorucudur. Kaldı ki yerinden kıpırdamayan toplar, silahlar, çadırlar, kırbalar, barutlar...
      İşte böylesine sıkıntılı anlardan birinde Yavuz Sultan Selim Han ,atından iner, yürümeye başlar. Eh, sultanın yürüdüğü yerde hayvanına binmek kimin haddine? Bu işe mana veremeyen vezirler önceleri susmayı dener, yutkunup dururlar. Ama uzayınca gözleri kararır. ''Yetti gayri!'' deyip Hasan Can'ın yolunu keserler. Hafif asabi bir uslupla; ''Astırırsa astırsın , kestirirse kestirsin'' derler, ''ama itirazımız var!''
-Neye?
_Askeri yürütmesine!
      Yavuz Sultan Selim Han, Hasan Can ı sabırla dinler. Beklenilenin aksine manalı manalı güler. Nediminin kulağına eğilir: ''Peygamber efendimiz önümde yaya olarak yol gösteriyorlar'' der, ''Söyle onlara; eğer yakışır diyorlarsa, binelim atlarımıza.''
      İnanın ilahi yardım ortadadır. Nitekim hiç olmadık şeyler olur. Yağmur bulutları gelir ve gölge yapar, görülmedik yağmurlar yağar. Askerin susuzluğu gider. O güne kadar bu çölü 1 haftada geçen ikinci bir ordu yoktur. Sonunda Mısır feth olunur ve halifelik de OSMANLI SULTANLARIna geçer.

Kış aylarına yönelik sağlıklı beslenme önerileri

        
        Vücudun savunma sistemini güçlendirmek için A ve C vitamini gibi antioksidan vitaminlerden zengin, havuç, brokoli, kabak, lahana, karnabahar, maydonoz gibi sebzelerin yanı sıra kış aylarında bolca bulunan portakal, mandalina, elma, greyfurt gibi meyvelerin tüketimi önemlidir. Hem C vitamini ihtiyacından ötürü hem de su ihtiyacını karşılamak için taze sıkılmış meyve suları tüketilmelidir. E vitamini de bağışıklık sisteminin güçlendirilmesinde etkilidir. Bu sebeble yeşil yapraklı sebzeler, fındık, ceviz gibi yağlı tohumlar ve kuru baklagiller tüketilmelidir. Balık, beyin fonksiyonlarının gelişimi içi gerekli çoklu doymamış yağ asitleri, kalsiyum, fosfor, selenyum ve iyot mineralleri için iyi bir kaynaktır. Bu nedenle kış aylarında tüketilmelidir. Katı margarinden kaçınılmalı, saf şeker ve şekerli besinler yerine kepekli ekmek, makarna, bulgur gibi tam tahıl ürünler tüketilmelidir. Enerjisi yüksek hamur tatlıları yerine sütlü tatlılar, meyve tatlıları tercih edilmelidir.

Beş tane daha püf noktası süt, makarna, canlı çiçek, temizlik ve kek kalıbı ile ilgili


*Süt kaynatacağınız tencerenin ağız kısmına bir miktar sıvı yağ sürerseniz taşmasını önleyecktir.
*Makarna haşladığınız suya birkaç damla sıvı yağ damlatırsanız hem makarnanız taşmaz hem de tane tane olup birbirine yapışmaz.
*Canlı çiçekleri çok seviyor fakat vazoda uzu ömürlü olmamalarına üzülüyorsanız vazonuzun içindeki suya bir tane aspirin atın.
*Lavabolarınızı ara sıra tuzla ovun. Kötü kokular gidecek, temizlenecek ve daha geç kir tutacaktır.
*Pişirdiğiniz kek kalıptan çıkmıyorsa ıslak bir bezin üzerine koyup bekletin.

Portakal ın faydalı özellikleri

       
 
        Diğer turunçgiller gibi şifalı olan portakal ateş düşürücü özelliğe sahiptir. Hastalanmadan önce tüketilmesi koruyucu etkisinden yararlanmaya imkan verir. Hastalandıktan sonra yenilen portakal, hastalığın seyrini etkilemez. Portakalda A, B, C vitamini ve fosfor bulunur. Sinir zafiyetini giderir. Portakal ağızdaki mikropları öldürür. Hasta ve çocukların kansızlığını giderir. Kan içindeki zararlı maddelerin temizlenmesini sağlar. Yemeklerden sonra yenilecek bir portakal hazmı kolaylaştırır. Kandaki şeker seviyesinin düşmesine yardım eder. Portakal ,şeker hastaları için hem bir gıda hem de ilaç vazifesi görür. Günde iki-üç adet yenilebilir.